Jean Baudrillard
Postmodernizm akımının içinde adı geçen bir başka Fransız düşünür Jean Baudrillard ’dır (1929-2007). Baudrillard, kendi ağzıyla postmodern bir düşünür olduğunu söylemese de “post-modernizmin en büyük rahibi” olarak gösterilmektedir. Ona göre tarihsel açıdan içinde bulunduğumuz dönem, simülasyon veya taklit çağıdır. Baudrillard, toplumun kitleleştiği bu çağda, ideolojilerin bittiği, anlamın yakalanmadığı, tüketime dayalı bir hipergerçeklik ortaya çıktığını ileri sürmektedir.
Baudrillard, “günümüz postmodern dünyasının gerçek bir toplumdan ziyade, sembollerle imajların, gerçek ve somut olanın yerini aldığı sanal bir gerçeklik olduğunu göstermek amacıyla geliştirmiş olduğu bir kavramdır. Bizim bugün, mal ve hizmetlerden ziyade sembollerle imajları alıp sattığımızı, gerçek bir takım maddi ihtiyaçları karşılamaktan çok ihtiyaçlarla arzuların psikolojik tatminini sağlamaya çalıştığımızı bildirir.” Baudrillard, bu imajların ve sembollerin yayılmasında modanın-özelde giyim alanında olup diğer tüketim nesnelerine de değer kazandırması bakımından- etkili olduğunu söyler. Ona göre moda, tüketim üzerindeki etkisini televizyon, reklam gibi cam’/görüntü kanalları aracılığıyla sağlar ve yayar.
Simülasyon Çağının Son Evresi
Jean Baudrillard ‘a göre postmodern toplum, toplumun geçirdiği üç simülakranın (simülasyon) çağının son evresidir. Simülakra nesnelerin ya da olayların yeniden üretilmesi olarak düşünüldüğünde, insanın kullandığı sembollerle, bu evrelerdeki farklılığı gösterir. Modern tarihin içinde, toplumun anlam üretimi olarak değerlendirebileceğimiz simülakra dönemleri: “Tiyatronun doğuşu, moda, barok sanat vb yenilikler aynı zamanda birer işaret ağıdır ve bunlar feodalitenin doğal işaretlerinin yerini almaya başlamışlardır. Jean Baudrillard ’a göre bu değişim ile beraber Birinci Simülakra Çağına girilmiştir… İkinci Simülakra Çağı ise sanayi devrimi ile ortaya çıkmıştır. Sanayi Devrimi, nesnelerin neredeyse sonsuz sayıda yeniden üretilebilirliği demektir; nesneler, bu üretim süreci (akan şerit, otomasyon, robotik vb) içinde tıpkısının aynısı olarak üretilmeye başlanmıştır. Üçüncü Simularca Düzeninde ise, üretimin yerine onun taklidi olan model geçmiştir. Yani metadan işarete ya da sembole doğru bir kayma süreci ortaya çıkmıştır.”
Kapitalizmin üretime yönelik ideolojik görünümü belli bir aşamadan sonra tüketim sektörüne endeksli bir mahiyete bürünmüştür. Üretimi had safhaya ulaştıran unsurlar 19. yüzyıldan 20. yüzyılın ilk yarısına kadar (boyunca) devam eden sanayileşme ve üretimdeki iktisadi rasyonelliktir (araçsal diyebiliriz). Üretimdeki doygunluk 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren değişmeye başlamış, toplumsal alanda egemen kültür çalışma/üretme alanından tüketme alanına kaymıştır diyebiliriz.
Yeni toplumsallıkta, “Harcama, Haz, Hesapsızlık (‘şimdi alın, sonra ödeyin’) temaları ‘püriten’ Tasarruf, Çalışma ve Malvarlığı temalarının yerine geçer.” Böylece toplumsallığın kendisinde ve aktörlerde bir rol değişimi de gerçekleşmiştir. Sözgelimi; sınıf temelli toplumsal analiz ve politik eylemsellik üretim toplumunda, merkezi bir konumda dururken; tüketim toplumunun simülasyonlarında kapitalist nesne tüm değer göstergelerini (gösterge ekonomi politiği) de içine alan bir hale bürünür. Bu yüzden tüketim toplumu, herkesi bağımsız-yalnız- bir tüketici kimliğinde oluşturduğu için, sınıf gibi ortak bir toplumsal/ politik hareket oluşmasının imkânsızlaştığı bir toplumsallık ya da Baudrillard ‘ın deyişiyle toplumsalın sonu/kitlenin doğuşudur.
Tüketim Ekonomisinin Nesnesi
Böylelikle, toplumsallığın sonunda yani tüketim toplumunda sınıf, ideoloji ve diğer üst kimlik belirlenimleri gibi insanların anlam dünyalarını oluşturan kavramların anlamsızlaştığını (özellikle tüketim ekonomisinin nesnesine dönüştürülemiyorsa) söyleyebiliriz. Gerçekliğin yitirildiği ya da simülasyonlarla sürekli yeniden oluşturulduğu bir ortamda sabit bir değer odağında/etrafında bulunmak mümkün görünmemektedir. Gerçeğin yerine hipergerçekliğin, aşırı gerçekliğin, kopyaların, simülasyonların geçtiği tüketim toplumunda her şey TV ekranından yansıtılan veya Disneyland gibi eğlence merkezlerinde oluşturulan bir gerçeklik duygusu verir. İşte burada Baudrillard “biz, hayatın TV içinde ve TV’nin hayat içinde kaybolduğu bir çağda yaşıyoruz,” der.
Tüketim toplumu insan, tüketerek var olabildiği için sıkıntılı bir durumdadır. Zira tüketim alanı düşünüldüğünde tüketim sonsuzluğu barındırırken, bireyin kendi sınırlılıkları, kapasitesi bu sıkıntının kaynağıdır. Tüketici birey, tüketimde hızını sürekli artırmak zorundadır, çünkü tüketim nesnelerinin bolluğunda yaşarken, bireyin gerçekten var olduğunu gösterecek olan ise bireyin kişisel/bireysel bir tüketim tarihi ve çeşitliliği koleksiyonu oluşturabilmesidir. Bu açıdan birey, mümkün olan bütün hazları tatma isteğiyle yanıp tutuşarak tüketim sahasındaki nesnelerle, deneyimlerle, eğlenmeyle -yani sonuçta hazza ulaştıran tüketim girdabında- dolanıp durur. Bu birey hiçbir hazzı kaçırmak istemediği için ve herhangi bir şeyin haz verip vermediğini tüketmeden bilemeyeceği için tüketim sahasında hiçbir şeyi pas geçmeden, tüketerek yol alır.
Hazzı Atlama Korkusu
Baudrillard ‘ın deyişle: “Tüketim insanı bir şeyi, hangi türden olursa olsun bir hazzı “atlama” korkusuyla yatıp kalkar. Şu ya da bu temasın, şu ya da bu deneyimin (Kanarya Adalarında Noel, Viski ’de yılan balığı, Prado, LSD, Japon işi aşk) size bir “duyu” verip veremeyeceği asla bilinemez. Dolayısıyla söz konusu olan, artık ne arzu ne de “zevk” ya da özel eğilim, ama yaygın bir saplantı haline gelmiş bir meraktır; eğlenme, bütün kendi kendini coşturma, haz alma ya da kendini ödüllendirme olanaklarını sonuna kadar zorlama buyruğunun geçerli olduğu “fun-morality”d\T. Tüketici, insana prestij kazandıran yani onun varlığını anlamlandıran ve onu bir tüketimden diğerine yollayan tüketim sistemi içindedir.
Tüketim sistemi, tüketicideki haz duygusunu reklam, moda gibi araçlarla tüketime tetikleyici koşullandırmalar yaratarak tüketim döngüsünü sürekli kılar. Bu yoğun tüketim sonucunda Baudrillard’a göre “çöp sepeti uygarlığı” diğer bir deyişle “dışkı kültürü” oluşur. Zira tüketici bireyin doğasındaki sınırlılıklar, yeni bir tüketim için alan açılmasını zorunlu kılar. Böylece her tüketim aslında tamamlanmadan artık’ haline gelerek çöp uygarlığının iyice büyümesine yol açar. Baudrillard, tüketici insanının bu tüketim ağında tüketip attığı şeyle tanımlanabileceğini söyler: bana fırlatıp attığın şeyi söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim!
Neticede, tüketim toplumu postmodern dönemi niteleyen önemli kavramlardan biri olarak değerlendirildiğinde, tüketimi sağlayan haz ve eğlence ahlakı aynı zamanda Baudrillard açısından toplumsallığı dinamitleyen bir değerler sisteminin de kaynağıdır. Bu açıdan bakıldığında postmodern dünyada insan ve toplumu mış gibi yapılan’ bir şey semboller ve imajların gerçek ve somutun yerini aldığı sanal bir gerçeklik” olarak görebiliriz. Böylece insanın, geleneksel, tarihsel devamlıkla yıllar boyu süren bir anlam dünyasından çıkıp/sıyrılıp gündelik ‘marka’lar diyarında varlık sıfatına kavuşan ve etiket taşıyan birer reklam panosu göreviyle yaşamım devam ettirdiğini ileri sürebiliriz.
Çöp Sepeti Uygarlığı
Tüketici, insana prestij kazandıran yani onun varlığını anlamlandıran ve onu bir tüketimden diğerine yollayan tüketim sistemi içindedir. Tüketim sistemi, tüketicideki haz duygusunu reklam, moda gibi araçlarla tüketime tetikleyici koşullandırmalar yaratarak tüketim döngüsünü sürekli kılar. Bu yoğun tüketim sonucunda Jean Baudrillard ‘a göre “çöp sepeti uygarlığı” diğer bir deyişle “dışkı kültürü” oluşur. Zira tüketici bireyin doğasındaki sınırlılıklar, yeni bir tüketim için alan açılmasını zorunlu kılar. Böylece her tüketim aslında tamamlanmadan artık’ haline gelerek çöp uygarlığının iyice büyümesine yol açar. Baudrillard, tüketici insanının bu tüketim ağında tüketip attığı şeyle tanımlanabileceğini söyler: bana fırlatıp attığın şeyi söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim!
Neticede, tüketim toplumu postmodern dönemi niteleyen önemli kavramlardan biri olarak değerlendirildiğinde, tüketimi sağlayan haz ve eğlence ahlakı aynı zamanda Baudrillard açısından toplumsallığı dinamitleyen bir değerler sisteminin de kaynağıdır. Bu açıdan bakıldığında postmodern dünyada insan ve toplumu mış gibi yapılan’ bir şey semboller ve imajların gerçek ve somutun yerini aldığı sanal bir gerçeklik” olarak görebiliriz. Böylece insanın, geleneksel, tarihsel devamlıkla yıllar boyu süren bir anlam dünyasından çıkıp/sıyrılıp gündelik ‘marka’lar diyarında varlık sıfatına kavuşan ve etiket taşıyan birer reklam panosu göreviyle yaşamını devam ettirdiğini ileri sürebiliriz.
Modernite, Postmodernite ve Bauman, Mehmet E. Şimşek, Belge Yayınları